5 Kasım 2010 Cuma

Olsaydı

Olsaydı…

Birinci sınıftaydık. Asya’nın Fiziki Coğrafyası adında bir dersimiz vardı. Henüz temel terminolojiden bi haber olan birinci sınıf coğrafya öğrencileri için ağır bir dersti.

Derse başlamadan önce, o zamanlarda asistan olan Ali Özçağlar (şimdi Prof. Dr.) Bertelsmann’ın o nefis pedagojik haritalarından bir Asya Fiziki haritası getirir ve tahtaya asıp giderdi. Dersin hocası olan Prof. Dr. Talip Yücel, hemen hepimizin çekindiği bir hocamızdı.

Ders anlatırken kürsünün en önüne kadar gelir, kalın çerçeveli yakın gözlüğünü eline alır, gözlerini kısar veya kapatır adeta kendinden geçer ve hafifçe öne arkaya doğru sallanarak, sesini çok da yükseltmeden, ağdalı cümlelerle, dersini anlatır, bazen de bir yerleri bu haritadan gösterirdi. “yükselmelerin Çin platformlarıyla Angara kalkanı arasındaki bölgede, Hindistan Angara kalkanı arasındaki vüsati bulamaması, bu alanda kültelerin daha yaşlı, daha az mütecanis ve Çin platformlarının daha küçük olmalarına hamledilebilir”.

Biz doğal olarak çoğunlukla hiçbir şey anlamazdık ama sesimizi de çıkaramazdık, biraz korkudan, biraz da saygıdan. Zaten her sene dersi alanların büyük bölümü kaldığı için yapılabilecek pek bir şey de yoktu aslında, baştan sınıfta kalmayı kabullenerek derse gidilirdi.

Yine bir gün böyle kendinden geçmiş halde dersi anlatırken sözünü ettiği yeri göstermeye niyetiyle sol elinde tuttuğu gözlüğü ile soluna doğru döndü, ama kolu havada kaldı, zira harita asılı değildi.

Bir an duraksadı sonra da hiçbir şey olmamış gibi devam etti anlatmaya, ama arada şu cümleyi söyleyerek: “harita olsaydı burada olacaktı”

Şimdilerde biraz rahatsız olduğunu öğrendiğim hocamıza sağlık ve uzun ömür diliyorum…

3 Kasım 2010 Çarşamba

Handikap

Handikap

Biliyorum, bu kelimenin Türkçesi de var: Engel.

Bundan yıllar önce 90'lı yılların başlarında, henüz asistan olduğum zamanlarda, DTCF’de kadim dostlarım, ağabeyim A. Fuat Doğu liderliğinde, İhsan Çiçek, Gürcan Gürgen ve bir süre sonrasında bağımsız çalışmayı yeğleyen Mehmet Somuncu ile birlikte, ortak bir takım çalışmalar ardından da yayınlar yapmaya başlamıştık.

Rahmetli üstadı azam Prof. Dr. Sırrı Erinç’in uzun yıllar öncesinde İstanbul Üniversitesi'nde bir dönem gerçekleştirdikleri ve onların rüzgârıyla başka birkaç kişinin yaptıkları dışında pek böyle işler yoktu coğrafyada.

Doğal olarak, bu bazılarında biraz haset, biraz da fesatlık doğurmuştu.

Her ikisi de tedavisi mümkün olmayan hastalıklar.

Araziye çıkmadan birkaç gün öncesinde cildimizin rüzgâr ve güneşten daha az etkilenmesi için sakal bırakmamız sebebiyle, sözünü ettiğim hastalıklarının etkisiyle bize bir de lakap takmışlardı:
Kara Sakal Çetesi.

Ne kadar sakil bir tutum…

Bu süreçte, bir gün o dönemdeki idarecilerden birisi beni odasına çağırdı.

Biraz tehdid, biraz nasihat cümleleri içerisinde yaptığımı(zı)n ileride doçentlik aşamasında bir handikap oluşturacağını söyledi.

Ben de kendisine, biz bu çalışmaları doçent olmak için yapmıyoruz, bilim olsun diye yapıyoruz dedim.

Tartışma uzamaya ve kullanılan kelimeler de doğal olarak sertleşmeye başladı.

Sonunda dayanamadım ve tarih herkesi yargılar, biz şimdi nasıl geçmişteki hocaları ve onların yaptıklarını yargılıyorsak tarih ilerde sizi de beni de yargılayacak dedim, odayı terk ettim.

Odayı terk ettim ama ortak çalışma yapmayı terk etmedim.

İyi ki de terk etmemişim…

Başlığı değiştirsem mi?

Hamdikap daha mı uygun olurdu acaba?

3 Eylül 2010 Cuma

Ayser'in Falı

Ayser’in Falı

Ayser ve Aysel ikiz kardeşler.
Anneleri bunlar çok küçükken ölmüş, doğal olarak da babaları bir başkasıyla evlenmiş.
Kâh babaannelerinin yanında kâh babalarının yanında kalıyorlar.
Aradan çok geçmeden babaları da öldü, eyvah ki eyvah…
Tanıdığımda cılız, adeta derisi kemiğine yapışık birer ergen adayıydılar, herhalde ortaokul öğrencisi falanlardı.
Her ikisi de hareketli, biraz safçaydılar, belki de biraz seklem akıllı.
Yaşadıkları yer için zor kabul görecek bir hareketlilikleri vardı, başlarında anne olmadığından, baba otoritesini yeterince hissedemediklerinden, önlerinde yol gösteren usul öğreten birisi olmamasından kaynaklanan bu tavırları insanların bunları şımarık, laf dinlemez ve/veya anlamaz diye damgalamalarına yol açıyordu.
Yıllar sonra duyduk ki Ayser ile Ayfer evlenmişler.
Yaşadıkları yere askerlik yapmaya gelen iki gençle anlaşmışlar ve kendilerine birer yuva kurmuşlar. Artık büyük şehirde, İstanbul’da yaşıyorlarmış.
Ne güzel…

Aradan yıllar, yıllar geçti.
Yaz sıcaklarından bir nebze kurtulmak için köydeyiz.
Bir gün öğlene doğru yanında küçük bir oğlan çocuğu ile kilolu mu kilolu bir kadın elinde bir kap süt ile çıkageldi.
Önce tanıyamadım ama sonra bir de baktık ki Ayser…
Ağzından sigara hiç eksik olmuyor, şeker hastası, bir oğlu, mutlu bir evliliği var ama pek çok gelin gibi kayınvalideden biraz şikâyetçi.
Biraz sohbetten sonra kahveler içildi, Ayser fallar bakıyor, nasıl oluyor bilmem ama hiç haberdar olmadığı bazı konuları da biliyor.
Saf oluşu ona böyle bir kapı açmış bir tür medyumluk falan mı vermişti acaba…
Fal baktıklarından birisine sen buradan döndükten sonra çok sıkıntı çekeceksin, hastalıkla falan uğraşacaksın dedi, o da kızım bazı şikâyetlerim için doktora daha yeni gittim, ilaçlarımı aldım düzeldim şimdi iyiyim çok şükür dedi.
Ama Ayser inatla bu başka bu başka diyor.

Köyden dönüldü.
Basit bir şikâyet başladı, halli için ufak bir cerrahi operasyon, bunda yaşanan bir aksilik…
Şikâyet hastalığa dönüştü.
Hastalık büyüdü adeta onulmaz bir hale büründü.
Sindirim sistemi organlarının bir kısmı alındı…
Ardından lanet olası bir hastane mikrobu ve onun doğurduğu iltihap ile mücadele başladı.
Günler günleri, haftalar haftaları kovalıyordu aslında geçmeyen zamanlarla…
Ameliyatlar birbirini izledi…

Ve gün geldi Uçmak'a yolculuk başladı.
Mabuduna canan diye sevdiğine doğru…

10 Haziran 2010 Perşembe

Avustralya'ya Gidiyorum

Nihayet

Avustralya’ya gidiyorum.

Yerleşmek üzere.

Her şeyi arkamda bırakarak hem de.

Çocukluğumda yaz aylarında rahmetli annemim köyüne gittiğimizde yazıda yani ovada Develi-Yahyalı yolunun kenarında kullanılmayan bir taş bina görürdüm, kimin olduğunu sormuştum, bilenler sahiplerinin uzaktan akrabamız olduklarını ve Avustralya’ya gittiklerini ve oraya yerleştiklerini söylemişlerdi: Avustralya? Nere acep, ne menem bir yerdi?

Öğrendim, dünyanın öbür ucu, kocaman bir kara parçası, kıta devlet. Aborijinler var zulmedilmiş yerliler, onları medenileştiriyoruz diye mahvetmişler çoğu kumar, uyuşturucu ve alkol batağına saplanmış, binlerce ve onbinlerce yitip giden hayat ve onların meşhur bumerangları, didjeridooları, ormanlar ve çöller, madenler ve göller-nehirler, dünyanın en uzun demiryollarından birisi de burada, kıtayı batıdan doğuya bağlayan.

Canavarıyla ünlü Tazmanya’da orada…

Yeni Zelanda diğer yanı başında iklimi ülkemize benzeyen, koyun yetiştiriciliğiyle ünlü, bizim ülkemizin Ankara’nın tavşanını yetiştirip yününü bizim de Angora yününden diyerek dünyanın parasını verip aldığımız ürünleri dünyaya pazarlayan ülke.

Onun hemen yanı başında da Antipod adası, zahir görmeli buraları diye düşünmüştüm.

1979 yılından itibaren İKA adlı ve o dönemlerde iletişim fakültelerinin ders kitaplarına girmiş, örnek olarak anlatılan bir işyerinde çalışmaya başlamıştım. Haber ajansı idi. Her gün en az üç tane günlük haber bülteni yayınlanırdı. Bunun dışında haftalık ve onbeş günlük aralıklarla yayınlanan dergi ve gazete ile doğası gereği düzensiz aralıklarla hazırlanan mevzuat bültenleri vardı, föy-volan şeklinde yayınlanan. O zamanlar bilgisayar daha iş hayatına girmemişti. Teleks makinaları vardı en teknolojik cihaz olarak, faks bile yoktu henüz, günümüzle kıyaslanınca sanki taş devri der gibi teleks devriydi yani…

Burada sürekli olarak Resmi Gazete alınır, yeni yayınlanan kanun ve yönetmelikler, kamu ihaleleri takip edilir, bunlardan gerekli olanları bültenlerde yer alırdı. Bu gazetelerden birisinde ülkemiz ile Avustralya arasında kültürel işbirliği anlaşması metnini okumuştum.

Güzel!

Avustralya’ya gitmek lazımdı, eller gider mersine biz gideriz tersine, herkes Avrupa Amerika derken ben Avustralya diyordum.

Ama, ne zaman ve ne şekilde?

Nihayet, şimdi o fırsatı yakaladım. Orada bir işyeriyle, eğitim kurumuyla anlaştım.

Bu yaz gidiyorum, uçakla önce Singapur’a oradan da ver elini Avustralya…

Geriye dönmek yok, ömrümün kalanını orada geçireceğim.

Pasaport, anlaşma, iş sözleşmesi ıvır zıvır her şey tamam.

Sadece bunlar mı ev bark da tamam, Perth yakınlarında bir çiftlik evi.

Tazmanya, Yeni Zelanda ve Antipod adasına falan hayli uzak ama olsun, en azından Aborijin koruma alanlarına yakın…

Perth ülkenin-kıtanın güneybatı ucunda büyücek bir kent.

İlgili ve bilgili coğrafyacılar “Perth Prensibi” vesilesiyle bilirler burayı. Şayet böyle bilemezlerse ya da hatırlayamazlarsa diyerek bir başka ipucu daha vereyim bu prensibin eşdeğeri “Vladivostok (Владивосток) Etkisi” olarak da tanınır.

Yol uzun, yanımızda çok fazla bir şey götüremeyeceğiz, bunun için titizlikle bir liste hazırlıyoruz. Bir şeyleri unutmayalım ve lüzumsuz bir şeyler de götürmeyelim diye. En çok götürmek istediklerimiz fotoğraflar ve hatıra objeler. Bazen bir minik biblo, bazen bir rozet ya da anahtarlık veya kalem ekleniyor listeye, ama hepsinin bize anlattığı çok şey var.

Eşimle zaman zaman liste üzerinde bazı değişiklikler yapıyoruz. O da heyecanlı, kolay değil her şeyi bırakarak başka bir ülkeye yerleşmek üzere gitmek, buralara yakın da değil üstelik dünyanın öbür ucu. Bir daha kim bilir ne zaman gelebiliriz buralara?

Listelediklerimizden kesin karar verdiklerimizi de uygun boyutlarda kolilere, bavullara filan koyuyoruz, onlar arkadan gemi ile gelecek, artık bir ay mı olur, üç ay mı olur ne zaman elimize ulaşırlar Allah bilir.

Birkaç tane de kitap götürmem lazım, adıma imzalananları mutlaka götürmeliyim diye düşünüyorum, onlardan ayrılmak zor. Diğerlerini üniversite kütüphanesine bağışlayacağım nasıl olsa.

O imzalı kitaplardan birisini karıştırır, içinden bir iki satırını okurken, bana seslenildiğini duyuyorum, irkilip kendime geliyorum.

Eşim haydi gel yemek hazır diyor.

İş dönüşü uzandığım kanepede uyuya kalmışım, sadece uyumak mı, tatlı bir de rüyaya dalmışım…

2 Şubat 2010 Salı

Dört Huzur

İnsan hayatında mutluluk için gerekli olan dört huzur şunlar galiba...

Aş huzuru
İş huzuru
Eş huzuru
İç huzuru


Ne mutlu bunlara sahip olanlara

Bir Arsızlık Örneği

Bir Arsızlık Örneği

–Hı? Dediğinizi duyar gibi oldum.
Evet, aslında haklısınız.
Başlıktaki ikinci kelimenin ilk harfinin yerinde bu iki harf olmalıydı.
Ama arsızlık da güzel bir kelime ve yerini buluyor.
Ar sözlüklere göre utanma, utanç duyma duygusuna sahip olma demek. Arsız ise doğal olarak bunun zıddı bir anlam taşıyor: Utanması, sıkılması olmayan, yılışık, yüzsüz (kimse) ve Açgözlü davranan (kimse) olarak tanımlanıyor, arsızlık da bunun eyleme dönüşmüş hali, arsız olma durumu demek (TDK 2005, Türkçe Sözlük, s. 109, 123 ve 124).

Allah inananları muhafaza etsin.
Arsızlaştırmasın.
Elazığ’da çokça kullanılan dua şekliyle
–Allah yazmamış olsun.

Bu kadar dibace yeter…

Başlangıç yıllar öncesine kadar gidiyor.
Yüksek lisans öğrencisi iken rahmetli hocam Prof. Dr. Mecdi Emiroğlu seminer konusu verirken o dönemde birlikte öğrencilik yaptığımız Süha Kocakuşak ile bana birbirini tamamlayacağını düşündüğü konuları vermişti.
Ona "Türkiye’de Ölüm Oranları" bana da "Türkiye’de Doğum Oranları".
Heves ve heyecanla, o günkü adıyla Devlet İstatistik Enstitüsü’ne gittiğimizi hatırlıyorum.
DİE’nin kitaplığında yaptığımız kısa bir araştırmadan sonra ben hem bulunabilecek malzemeyi yetersiz bulmuştum, hem de doğrusu konu bana pek cazip gelmemişti.

İyi ki de gelmemiş…

Bu durumu hocama açtığımda,
–Eeee o zaman ne yapacaksın söyle bakalım? dedi.
Ben de,
–Hocam sizce de uygun ise ben “Türkiye’de Arıcılık” konusunu ele almak istiyorum dedim.
–İyi hadi bakalım çalış neler çıkacak görelim dedi.

Ben hummalı bir araştırma sürecine girdim, süre sınırlı idi.
Kaynaklar çok farklı kurumlarda idi.
Verilerin bir kısmına ulaşmakta zorluk yaşıyordum.
Bir gün Orman Bakanlığı Kütüphanesi’ne uluslararası istatistiklerden yararlanmak için, başka bir gün DİE kütüphanesine ülkemize ve illere ilişkin verileri toplamak için, bir başka gün de Ziraat Fakültesi kütüphanesine ya da oradan konuyla ilgili bir hocayla görüşmeye gitmem gerekiyordu.
Ancak yine de istediğim bir konuda araştırma yapıyordum.
Yorucu bir süreçte yılmadan koşuşturuyordum.

O yıllarda kişisel bilgisayarlar da yeni yeni piyasaya çıkmaya ve yaygınlaşmaya başlamıştı.
Cordata markalı bir bilgisayarı fakültedeki arkadaşlar birleşerek ve taksitle almıştık, kaça aldığımızı hatırlamıyorum ama taksitle alındığına göre hayli pahalıydı demek ki.
Plak gibi büyük olan 5 çeyreklik disketler vardı, bilgisayarı kullanmak için DOS komutlarını bilmeniz gerekiyordu, dBase ve word star gibi programlar revaçtaydı.
Hepimiz diğer işlerin yanı sıra bir yandan da bu bilgisayarı öğrenmeye, işlerimizi onunla yapmaya çalışıyorduk.
Verileri derlemek bir sıkıntı, onları yeni öğrenmeye başladığım bilgisayarda düzenlemek bir başka sıkıntı idi…
Her neyse, sözü dağıtıp da daha fazla uzatmayayım, seminerimi vaktinde yetiştirdim, başarıyla verdim.
Ardından, konu üzerinde çalışmaya devam ettim, veriler çoğaldı, çeşitlendi, harcadığım emek arttı, sonunda bu malzemenin bir makale olarak düzenlenebileceğine kanaat ettim.
Düzenlediğim metni Ankara Üniversitesi’nin Birinci Türkiye Coğrafyası Sempozyumu’nda anlattım, -bir ara bu sempozyumun macerasını da yazayım- orada yöneltilen bazı eleştirilerle konuyu daha düzenli ve bilimsel bir hale getirdim.

Ortaya Doğal Çevre Sorunu Olarak Çığlar ve Türkiye’de Çığ Olayları adlı ilk makalem gibi bir ödevden doğan ikinci makalem çıkmış ve Ankara Üniversitesi Türkiye Coğrafyası Dergisi’nin ilk sayısında yayınlanmıştı: “Türkiye’de (1966-1986 Yılları Arasında) Arıcılığa Genel Bir Bakış”.

Şimdi izninizle, ilk bakışta buraya kadar olan kısımla bağlantısız gibi görünen bir başka paragraf yazmak istiyorum.
Yumuşatılmış kibar şeklindeki ifadesiyle “Aşırmacılık”, yani emek ürünü bir bilgiyi kaynak göstererek alıntı yaparak kullanmak yerine çalıntıyla kullanmak.
Geçenlerde bir internet sitesinde, uluslar arası dergi yayıncılığı yapan çok ünlü bir yayınevinin dergi editörlüğünün uslanmaz ve utanmaz bilim hırsızlarını konu alan bir yazısını okudum, emek hırsızlarından belirlediklerinin tümünün, ne tür çalıntılar yaptıklarını isim ve örnekler vererek ilan etmişler, çok hoşuma gitti.
Keşke batılıların iyi huylarını alsak, lakin bazen sapkınlar çıkıyor, bizde de böyle çalıntılara rastlanıyor ne yazık ki...
Bu yazıyı okuyunca yıllar önce başımdan geçen bir olayı anımsadım.
Onu kaleme alayım istedim.

Şimdi örneklere geçelim:


Bu metin benim sözünü ettiğim yayınımın bir sayfası, şimdi burada “Arıcılığı…” diye başlayan paragraf aşağıda, altı çizgili ilk cümlede ne hale getirilmiş onu görelim.

Devam edelim, aylarca emek harcanarak oluşturulan bir tabloyu görelim şimdi de:


Yukarıdaki 155 numaralı sayfa parçasında Malatya ve Elazığ için verilen rakamlarla bu tablolardaki rakamlar ne kadar da benziyor değil mi?
Ama bakın benim tablomda kaynak olarak ne gösteriliyor: DİE İstatistikleri,
(ç)alıntılanan metne göre de DİE istatistikleri.
Nitekim her iki yayının kaynaklar kısmı da şöyle:
Önce benim makalemin yararlanılan eserler kısmına bakalım.
Şimdi de (ç)alıntı yapılan yazının ilgili sayfasına:

Şimdii, bu sayfada Tunçel var mı? YOK, peki DİE var mı? EVET.

Açıklamaya devam edelim:
Buraya kadar anlatılanlar, verilen örnekler, aslında yazıyı yazanların amaçlarının bir yandan alıntı değil çalıntı olduğunu diğer taraftan da veri kaynakları hakkındaki yetersizliklerini ortaya koymaya yeter de artar bile.

Zira yazıyı yazanlar tarafından verilerinin elde edildiği yer olarak hem metinde ifade edilen ve hem de kaynaklar arasına konulan istatistikte böyle bir veri olmaz, olamaz, bu veriyi tümüyle başka bir yayında bulmak mümkündür.

Fakat bulmak için önce bilmek lazım, sonra bakmak ve sonra da görmek.

Yazıyı yazanlar için bunlara gerek olmamalı ki şu yolu izlemişler:
Bakmışlar, benim makalemden (ç)alıntılayarak kullandıkları verilerin bir kısmı 1986 yılına ait, eee o yılda yayınlanmış ve kaynaklar arasında belirtilmiş, adı da uygun görünen bir yayın var.
Budur herhalde demişler ve kaynakçalarına bunu yazmışlar, böylece birkaç paragraf yukarıda, açıklamaya devam edelim diye başlayan paragraftaki görüşümü doğrulamışlar.
Cehaletin verdiği cesaretle ortaya çıkan pespayelik...

Yazarlardan birisine, henüz hayatta olan başkalarının da bulunduğu bir ortamda söyle demiştim: “-Harun Tunçel’in yazdıkları değersiz ise alıntı yapmamalıydınız, alıntılanacak bir bilgi varsa bunu da kaynaklarınızda göstermeliydiniz” ardından da yazılarında, yukarıda örneklerini verdiğim sözünü ettikleri verileri yine yazılarında ifade ettikleri istatistiği yanımda götürerek nasıl elde ettiklerini göstermesini istemiştim.
Doğrusu kırmızı bir surattan çıkan çok tatminkâr bir cevap almıştım.
–Eeeee, hımmmm, kem, küm.

Bunların yürüyüşlerindeki kostaklanmaya bakarsanız, çırak ülkemiz dağlarının 1500 metreye kadar olanlarını, ustası da 3000 metreye kadar olanlarını yaratmış olmalı diye düşünürsünüz…

Diğer taraftan ilginç olanı nedir biliyor musunuz bunu yapanların günde en az 4-5 defa jimnastik yapıp alınlarını defalarca yere dokundurmaları…