19 Ocak 2011 Çarşamba

Ahh ahh, keşke bilebilsek...

“…20. yüzyılın en çarpıcı bilimsel buluşu ne televizyondur ne de radyo.
Bu buluş yeryüzü varlığının karmaşıklığıdır. Sadece yeryüzü hakkında en fazla bilgiye sahip olanlar onun hakkında ne kadar az şey bildiğimizin farkındadırlar.
En büyük cehalet ise bir hayvan veya bitki hakkında ne işe yarar ki? diye soran adamınkidir.
Eğer yeryüzü mekanizması bir bütün olarak işe yarıyorsa, onu oluşturan her parça işe yarar, bu parçayı anlasak da anlamasak da…”

Aldo Leopold (11 Ocak 1887 – 21 Nisan 1948)

18 Ocak 2011 Salı

Çırpınırdın Karadeniz

Çırpınırdın Karadeniz

Güftesi şair Ahmed Cevad'a aittir ve aşağıdaki gibidir:

Çırpınırdın Garadeniz
Bakıp Türkün bayrağına
Ah diyerdin, heç ölmezdim
Düşebilsem ayağına!

Ayrı düşmüş dost elinden
İller var ki çarpar sinem
Vefalıdır geldi giden
Yol ver Türkün bayrağına

İnciler dök gel yoluna
Sırmalar düz sağ soluna
Fırtınalar dursun yana
Selam Türkün bayrağına

Hamidiye ve Türk kanı
Hiçbirinin bitmez şanı
Kazbek olsun ilk kurbanı
Selam Türkün bayrağına

Dost elinden esen yeller
Bana şiir selam söyler
Olsun bizim bütün eller
Kurban Türkün bayrağına

Gence, 15 Kânun-i Evvel 1914


Aşağıdaki şekline de sık rastlanır:

Çırpınırdı Karadeniz
Bakıp Türkün bayrağına
Ah ölmeden bir görseydim
Düşebilsem toprağına

Ayrı düştüm dost elinden
Yıllar var ki çarpar sinem
Vefalı Türk geldi yine
Selam Türkün bayrağına

Kafkaslardan aşacağız
Türklüğe şan katacağız
Azerbaycan bayrağını
Karabağ’dan asacağız.

Sırmalar taksam koluna
İnciler dizsem yoluna
Fırtınalar dursun yana
Yolver Türkün bayrağına

Kafkaslardan esen yeller
Şimdi sana selam söyler
Olsun bütün turan eller
Kurban Türkün bayrağına

Şiir Üzeyir Hacıbeyli tarafından bestelenmiştir, besteleniş hikâyesi ise şöyledir;

“…bir kitaba uzandı.
Arap elifbasıyla basılmış bu antolojinin sayfalarından birinin arasına kalem konmuştu.
Okumaya başladı.
Şiir Ahmed Cevat’ın idi.

Çırpınırdın Garadeniz/ bahıp Türk’ün bayrağına/ ah deyerdin, heç ölmezdim/ düşebilsem ayağına.

Üzeyir Bey durdu.
Kıtayı bir daha okudu.
Kâğıda çizdiği resme baktı.
Sonra piyanonun üstündeki resme baktı.
Taşbasması resim ona Türkiye’den gönderilmişti.
Hamidiye’nin resmiydi.
Türklerin gururu gemi, Sivastopol’u bombalayan, Yunan harp gemilerini bordalayan gemi...
Üzeyir Bey yüreğindeki sıkıntıyı, keder benzeri duyguyu, daha bir müdrik hissetti.
Bugün yirmi ikinci gündü.
Türk ordusu Sakarya’da yirmi iki gece, yirmi iki gündür harp ediyordu.
"Allahım sen kötü gün gösterme, ordumuzun başına bir hâl gelmesin. Son kalemizi koru" diye söylendi.
Gözlerine acı nemler hücum etti.
Tüyleri ürperdi, sazak çalmış gibi yüreği burkuldu.
Piyanosunun başına gitti.
Ayakta tuşlara bastı.
Bir segâh nağme üstünde parmaklarını dolaştırdı.
Sonra oturdu.
Bir akor bastı.
Piyano ellerinin, beyninin, vücudunun devamı idi.
İlhamlarının, düşüncelerinin dile geldiği çalgı insandı....
Gözünü Hamidiye’den ayırmadan tuşlarda parmaklarını gezdirmeye başladı.
İçinden haykıra haykıra Ahmet Cevad’ın mısralarını söylüyor, parmaklarıyla nağmesini çalıyordu.
Sol–fa–sol–fa, sool–fa–sol–fa/ çır–pı–nır–dın gaa–ra–de–niz...
Birden oda kapısı tıkladı.
Çalmayı kesti.
İçeri can dostu, büyük sanatkâr Bülbül girdi.
Üzeyir beyin buğulu gözleri, titreyen dudaklarını görünce korktu,
" –üstâd ne oldu?
–heç Bülbül, hele yanaş.
Bülbül uyaklaştı, notaya baktı, melodiyi içinden okudu, güfteyi görünce:
–üstâd böyle şeyler yazılır mı? Adamı sürerler, asarlar deli misin?
–he, deliyem.
–eh eleyse, men de deliyem, çal.”
Üzeyir Bey hayatının hiçbir döneminde böyle çalmamıştı.
Bir ara ikisi de caddede bir hareket olduğunu sezdiler.
Allah Allah...
Evin önü insan kaynıyordu.
Halk haykırıyordu: –Ü–ze–yir bey çok ya–şa.
Bülbül sordu:
–hemyarlar ne oldu?
Kalabalık haykırdı:
–telgraf geldi, ordumuz Sakarya da galebe eyledi, Yunanı yendi.”

(Dildeste. Fırat Kızıltuğ. Ötüken Yay. İstanbul 2001. sayfa 124–125)

Adalet İçin

"Honeste Vivere Alterum Non Laedere Suum Cuique Tribuere" 
 (Ulpianus: Digesta/Pandectae)

7 Ocak 2011 Cuma

Bosch u Bosch u Bosch una Bosch lamadım

Bosch u Bosch u Bosch una Bosch lamadım.
Almancada sch harfleri bir araya geldiğinde sadece bir nokta oluşturuyorlar; sch=ş Türkçede biz bu işi bir nokta ile halletmişiz bu durumun konumuzla tümüyle bağlantısız olduğunu da düşünmeyin. Bizim bir nokta ile hallettiğimiz işi Almanlar üç harfle hallediyorlarsa vardır bir sebebi, nitekim hizmet ücretlendirmede de benzer nitelikler geçerli, ufak bir noktalık iş, üç harflik işe dönüyor dolayısıyla ödediğiniz bedel de nokta yahut habbe iken kubbe oluyor.

Her neyse lafı boşu boşuna uzatmayalım, asıl anlatmak istediğime dönelim.

Geçen haftalarda markası BOŞ (yanlış anlaşılmasın, bunun aslında nasıl yazıldığını elbette biliyorum) olan buzdolabımızın derin dondurucu kısmının çalışmadığını, içindeki gıda maddelerinin gevşemesiyle fark ettik. Doğal olarak öncelikle kapağı falan belki kazara açık kalmıştır da ondan olmuştur diye düşünerek soğutma derecesini düşürdük, hızlı soğutma ayarını açtık ve hemen hemen bir gün kadar sabrettik. Fakat gördük ki her hangi bir değişiklik yok. Servisi haberdar ettik veee macera başladı.

Cuma günü öğlen vakti zilimiz çaldı, son derece güler yüzlü, nazik iki personel geldi, bir iki düğmeye basmaktan ibaret olan kontrolün ardından teşhisi de koydular, BOŞ dolabımızın içine para sıkışmıştı! Hem de 450 lira. Döviz kuru ile 290 Dolar ya da 224 Avro. Bu paranın çıkması için elbette dolabın servise gitmesi 2-3 gün orada tamir için beklemesi gerekiyordu. Bunu şunun için söylüyorum, anında teşhis ve anında bedelinin belirlenebilmesi, sizce de biraz tuhaf değil mi? Mesela, kabaca maliyeti şu olabilir, ya da en az şu kadar en çok da şu kadar para sıkışmıştır denmesi beklenir değil mi? Fakat belli ki personel çok iyi bir eğitimden geçirilmiş, sadece teşhis değil tedavi ve ücretlendirmede de son derece kesin belirleme yapabiliyorlar.

Bir gün sonrasında yani cumartesi günü sabah saat on gibi telefonumuz çaldı. Servisten arıyorlardı, işlem tamamdı dolap yapılmış ve çalışıyordu, hatta araca koymuşlar eve doğru yola çıkmıştı bile. Dakika bir gol bir! Tedavi süresinde yanılmışlardı, hani 2-3 gün beklemek gerekecekti? Telefondaki görevliye pos cihazlarının olup olmadığını sordum. Yoktu, aaaaaa, kocaman şirket ama kartlı ödeme sistemleri yok. Bildirdikleri mazeret daha da komik, çünkü bu güne kadar hiç kimseden böyle bir talep almamışlardı, (zengin ülkeyiz, halk refah içinde yüzüyor ya!) herkes peşin ödeme yapıyordu. Günümüzde simitçiler, pazarcılar bile pos cihazı kullanıyor ama bunlarda yok… Birinci dakika bitmeden ikinci gol gelmişti. Evimiz şehrin merkezi dışında, mecburen şehre gittim bankadan parayı tedarik ettim, ödemeyi yaptım. Dolap çalışıyor ama sesli, eskiden uslu sessiz bir buzdolabı idi, şimdilerde hem daha uzun sürelerle adeta hiç durmadan çalışıyor, hem de rahatsız edici bir sesle, ama bunu umursamıyorum, meselem başka.

Teslim edilen servis fişinde bir tuhaflık var, hiçbir işlemin birim fiyatı yok sadece toplam bedel yazılı, mali kurallar bunu öngörmese gerek!

Ben bu durumu BOŞ’un internet sayfasından bildirdim, birkaç gün sonrasında bir akşamüzeri aradılar. Durumu izah ettim, bu şekilde bedel belirlenmesinin ve fiş kesilmesinin beni şüphelendirdiğini bu işlemler için benden fazla para alındığını düşündüğümü beyan ettim. Onlar da biz telefonla soralım ve hangi işlem için ne kadar ücret alınmış size bildirelim dediler. Demek ki kendileri için bu durum olağandı...

Aynı günün akşamı, Ankara, İstanbul ve Eskişehir’de başka yetkili BOŞ servislerini arayarak yapılması gereken işlemi bana kesilen fiş üzerinden okuyarak bunun bedelinin işçilik, malzeme ve nakliyat dahil olmak üzere ne olacağını sordum. Eskişehir’deki daha çok orta halli vatandaşların oturduğu semtteki bir servis, Ankara ve İstanbul’dakiler ise varlıklı ailelerin bulunduğu semtlerde idi. Aldığım cevaplar 300 ile 375 lira arasında değişiyordu. Kısacası ben fazla bedel ödemiştim.

Tesadüf bu ya, aynı günlerde bir başka beyaz eşya üreten firmada yetkili konumda olan tanıdığımla karşılaştık. Yapılan işlemleri ona da söyledim. Hem yazılı olan işlemlerin cihazı servise götürmeden de yapılabileceğini söyledi hem de fiyatı fazla buldu. Ama bana kendi markalarındaki ürünlerde aynı arıza için talep edilebilecek olan net fiyatı hafta başında söyleyebileceğini söyledi. Sözünü ettiği gibi hafta başında aradı: 200-250 lira!!!

Şimdi elimde ikinci bir veri daha vardı. Gerçekten fazla para ödemiştim.

Bir iki gün sonra BOŞ yetkilisi tekrar aradı faturayı detaylandırmak, beni bilgilendirmek için. Biraz konuştuk doğal olarak servisin doğru bir iş yaptığını söylüyorlar. Bozacının şahidi şıracı misali. Telefonda söyledikleri fiyatlar şöyle: Kompresör, işçiliği 30 lira olmak üzere toplam 260 lira, drayer 30 lira (Bu parçanın maliyeti arkadaşımdan öğrendiğim kadarıyla 5 lira civarındaymış) Gaz bedeli 50 lira, bunun için ayrıca işçilik yazılmış! 65 lira hem de. Toplam 65 gram gaz var dolapta, gramını yüklemek için bir lira yani, nakliye 20 lira (insafsızlar burada insaflı davranmışlar) ve sistem temizliği (bana bu konuda bilgi verilmedi ve onayım alınmadı) 25 lira, görüldüğü gibi yuvarlak ve abartılı rakamlarla fatura şişirilerek çalacakları minarenin kılıfını hazırlamışlar, 450 rakamına ulaşmışlar. İnsanların neredeyse bir ayda kazanabildikleri ve ev geçindirdikleri parayı 2-3 saatte alıyorlar bir başka ifade ile.

Doğal olarak kararım bundan sonra BOŞ’tan boş yere bir şey almayacağım. Çünkü eskilerin deyimiyle “astarı yüzünden pahalıya mal oluyor”.

İnternette şöyle bir dolaştım bakın neler var:

Kendi web sayfalarında şunlar yazılı : “Güveninizi kaybetmektense, para kaybetmeyi tercih edeceğimizden hiçbir kuşkunuz olmasın!” (Merak etmeyin hiç kuşkum kalmadı artık) Bu yazının adresini de vereyim iftira sanılmasın: http://www.bosch-home.com/tr/bosch-d%C3%BCnyas%C4%B1.html

Bir de tanımlar var bu sözle ilgili (hiç birisinin yazımı değiştirilmemiştir) olarak:

1. robert bosch un sözüdür.robet bizi keklemiştir.çünkü müşterinin güvenini kaybetmek zaten uzun vadede para kaybından başka birşey ile açıklanamaz..yok efendim güvene önem veriyormuş.biz sizi bilmez miyiz robert!biz bütün avrupa nın ne mal olduğunu, ne kadar kapitalist olduğunu sanki bilmiyoruz.geç bu ayakları robert im geç.bir tabak sıcak tarhana çorbası verebilecek misin bana çuvalla güven döksem önüne , çuvalla avro yığsam ..avrupraya girip avrupalı olmaktansa mutlu ve bağımsız bir türk olmak bana çok keyiftir.. (bkz: ab ye tarhana çorbası içmeyi tercih ederim) (bacillusantracis, 25.05.2006 19:29 ~ 26.05.2006 17:02) @819891

2. tam şekli "insanların güvenini kaybetmektense, para kaybetmeyi tercih ederim." olan robert bosch vecizesi. (tuygun, 25.05.2006 19:34) @819896

3. esasen en tam şekli "insanların güvenini kaybetmektense, insanların parasını kaybetmeyi tercih ederim" olan, ancak, firma kimliğine olumsuz etki yaptığı hissedilince balans ayarı çekilen söz demeti. (tembel, 25.05.2006 19:39) @819899

(Kaynak: http://www.itusozluk.com/goster.php/g%FCven+kaybetmektense+para+kaybetmeyi+tercih+ederim)

4. bosch firmasının kurucusu robert bosch tarafından söylenmiş, zamanında bosch reklamlarında bolca kullanılan deyiş. çok ilginç bir tümce olmamasına karşın "ne yüce insan da ne yüce laf etmiş amanın!" demesi bekleniyor tüketicinin... gariptir, izleyeninse bir "hadi len!" çekesi geliyor.* (esoteq, 11.05.2007 23:09)

(Kaynak: http://www.iusozluk.net/t/insanlar%FDn+g%FCvenini+kaybetmektense+para+kaybetmeyi+tercih+ederim)

Şayet şikayet ararsanız yüzlercesi ile karşılaşıyorsunuz, bunlarla ilgili olarak sadece şu adrese bakmak bile yeterli olacaktır sanırım: http://www.sikayetvar.com/sikayetoku/k/364/f/50/g/Bosch

Söylenecek bir tek şey var: Zararın neresinden dönülse kârdır. Bir daha BOŞ mu asla ve kat’â.

Son söz,

Bosch u Bosch u Bosch una Bosch lamamışım dimi.

6 Ocak 2011 Perşembe

Kazak Abdal'dan

ORMANDA BÜYÜYEN ADAM AZGINI

Ormanda büyüyen adam azgını
Çarşıda pazarda insan beğenmez
Medrese kaçkını softa bozgunu
Selam vermeğe dervişan beğenmez

Alemi tan eder yanına varsan
Seni yanıltır bir mesele sorsan
Bir çim bile çıkmaz karnını yarsan
Camiye gelir de erkan beğenmez

Elin kapusunda kul kardaş olan
Burnu sümüklü gözü yaş olan
Bayramdan bayrama bir tıraş olan
Berber dükkanında oğlan beğenmez

Dağda bayırda gezen bir yörük
Kimi tımarlı sipahi kimi bir bölük
Bir elife dili dönmeyen hödük
Şehristana gelir ezan beğenmez

Bir çubuğu vardır gayet küçücek
Zu'mü fa'sidince keyf getirecek
Kırık çanağı yok ayran içecek
Kahveye gelir de fincan beğenmez

Yaz olunca yayla yayla göçenler
Topuz korkusundan şardan kaçanlar
Meşe yaprağını kıyıp içenler
Rumeli Yenice'si dühan beğenmez

Aslında neslinde giymemiş hare
İş gelmez elinden gitmez bir kare
Sandığı gömleksiz duran mekkare
Bedestene gelir de kaftan beğenmez

Kazak Abdal söyler bu türlü sözü
Yoğur ayran ile hallolmuş özü
Köyden şehre gelse bir Türk'ün kızı
İnci yakut ister mercan beğenmez

-------------------------------------------------------

EŞEĞİ SALDIM ÇAYIRA

Eşeği saldım çayıra
Otlaya karnın doyura
Gördüğü düşü hayıra
Yoranın da avradını

Münkir münafıkın soyu
Yıktı harap etti köyü
Mezarına bir tas suyu
Dökenin de avradını

Derince kazın kuyusun
İnim inim inilesin
Kefen dikmeye iğnesin
Verenin de avradını

Dağdan tahta indirenin
Iskatına oturanın
Hizmetini bitirenin
İmamın da avradını

Müfşidin bir de gammazın
Malı vardır da yemezin
İkisin meyyid namazın
Kılanın da avradını

Kazak Abdal söz söyledi
Cümle halkı dahleyledi
Sorarlarsa kim söyledi
Soranın da avradını


Kazak Abdal;
Romanya Türklerindendir. Onyedinci yüzyılda yaşadığı sanılan bir ozandır. Şiirlerinin bir kısmı hiciv örnekleriyle doludur. Dili yalın ve sadedir. Rahat okunur. Şiirleri güncelliğini halen korumaktadır.

Kazak Abdal'ın, Bektaşi gelenekleri içinde, yaşam öyküsü ilgi çekicidir. Bu öykü Turgut Koca'nın Bektaşi Şairleri ve Nefesleri kitabında şöyle anlatılmaktadır:

''Rus Çarı'nın kızı bir çocuk doğurur. Fakat bu çocuk, annesinden süt emmez. Bu duruma ne hekimler, ne de papazlar çare bulamazlar. Sonunda Deliorman dergahından, Rusya'dan Tuz parası almak üzere gelen Demir Baba'ya: ''Sen keramet ehli bir azizsin. Bu çocuğu tutulduğu hastalıktan kurtar'' diye yalvarırlar. Demir Baba da: ''Bu çocuğun süt emmesini sağlar isem, tekkeme nezreder misiniz?'' der. Kabul ederler. Demir Baba çocuğa: ''Em!'' der. Çocuk, anasının memesini emer. Delikanlılık çağına erince, Demir Baba dergahına gönderirler. Böylece Demir Baba, çocuğu evlat edinir. Adını Ahmed kor. Bu çocuk daha sonraları Balım Sultan'a giderek, el alır ve adı da ''Kazak Abdal'' olur'' söylence böyle bitiyor.

Kazak Abdal'ın ucu tenteneli ve taşlanmış bir mendilinin, Demir Baba dergahında bulunduğunu, Deliorman'dan gelen göçmenler söylemektedirler. Kazak Abdal, Denizli'deki dergahında yatmaktadır.

Elimizde bir kaç şiiri olan Kazak Abdal'ın, kim olduğu, ne zaman yaşadığı kesin olarak bilinmiyor. Sadettin Nüzhet, XVII. yüzyılda yaşamış Bektaşi şairlerinden olduğunu, şiirlerine rastlanan yazma dergilerin bu yüzyıl sonlarında yazılmış olmasına bağlıyor. Balım Sultan'a (ölm. 1516) övgü olan şiir onunsa daha önce yaşadığı da ileri sürülebilir. Gerçi Bektaşiliğin ikinci piri sayılan Balım Sultan'ın aynı tarikatın dervişlerinden birince övülmesi doğaldır. Ama bütün özellikleriyle canlı bir biçimde anlatılışı, hele yürüyüşünü yansıtan şu dörtlük,

"Arslan gibi apıl apıl yürüyen
Kendi özün hak sırrına bürüyen
Kepeneğin yanı sıra yürüyen
Mürsel baba oğlu Sultan Balım'dır."

bir gözlem sonucu olsa gerektir. Yine de, ünlü pirin söylencelerde ayrıntılarıyla anlatılan kişiliğinin şairin hayaline yön verdiği düşünülebilir. Kazak Abdal'ın Romanya Türklerinden olduğu söylenmektedir. Hayali bir resmi de yapılmıştır. Bir şiirinden ise asıl adının Ahmet olduğu anlaşılıyor. Kendine özgü ve gerçekçi bir bakışı vardır. Ali sevgisi Ali'de Tanrı'nın dile geldiği, görünüş alanına çıktığı, onun insan biçiminde tanrı olduğu inançla anılır, anlatılır. Tanrı'yı insanlaştırır.

Kazak Abdal'ın toplumsal kurumları, yerleşik inançları, gelenekleri yeren iki şiiri günümüzde de değerini korumaktadır. Belli bir toplumsal düzenin oluşturduğu insanın alabildiğine yerildiği bu şiirler, yerginin ötesinde mizahi öğeler de taşır. Azmi'yi ve Kaygusuz Abdal'ı anımsatır.

Yerici -alaycı tutumu, güldürücü diliyle yobazlara, sofulara kulaktan dolma tutarsız bilgilerle bilgin görünmeye çalışan cahillere ses kalabalığı ile başkalarını susturmaya çalışanlara şiirlerinde sataşır, onların olumsuz yanlarını sergiler. Aslında şiirleri açıktır, yoruma gerek duymaz. Yerginin içinde gerçeği sunar. Kimlere çattığını açıkça söyler.

Kazak Abdal, kendine özgü söyleyişi, buluşu olan, olaylara çok alaycı yerici gözle bakmasını bilen, yazınımıza değişik bir ses getirmiş ozanımızdır. Alaycılığı ve yericiliğiyle 16. yüzyılda yaşamış Azmi'yi anımsatıyor. Kırsal kesimin ozanlarınca da çalınmış söylenmiştir. Bu şiir türünde onun gibi başarılısı görülmemiştir. Hacı Bektaş Veli'ye yürekten bağlıdır. Çağını aşan tutumu ile köklü bir direniş içindedir, gerçekçidir.
(Bilgiler http://www.turkuler.com/ozan/kazakabdal.asp adresinden alınmıştır)

Böyükler Bilir (Röportaj)

Böyükler Bilir (Röportaj)

Yalan-dolan ile devran sürmeyi
Biz ne bilek beğim, böyükler bilir.
Milletin başına çorap örmeyi
Biz ne bilek beğim, böyükler bilir.

Rüşvet vermek, rüşvet almak nasıl şey
Hazineden para çalmak nasıl şey
Terlemeden zengin olmak nasıl şey
Biz ne bilek beğim, böyükler bilir.

Erken palazlanıp erken ötmeyi
Değirmenler kurup baş öğütmeyi
Hele meydan meydan adam gütmeyi
Biz ne bilek beğim, böyükler bilir.

Anlamayız kopya nedir, asıl ne
Perde, sahne, solo, koro, fasıl ne
Üçkağıtta erkân nedir, usul ne
Biz ne bilek beğim, böyükler bilir.

Viski, votka çekip keyif çatmayı
Dansöz kucağında stres atmayı
Milleti bölmeyi, vatan satmayı
Biz ne bilek beğim, böyükler bilir.

Kaç tür hokkabazlık, kâhinlik varsa
Kaç şeytanlık varsa, kaç cinlik varsa
Dünyada ne hile, ne hinlik varsa
Biz ne bilek beğim, böyükler bilir.

Namussuzluk yapın derler... Yaparız
El uzatır öpün derler... Öperiz
Put gösterir tapın derler... Taparız
Biz ne bilek beğim, böyükler bilir.

Seyrettikçe ana-baba filmini
Hissederiz baskısını, zulmünü
Lisansüstü maskaralık ilmini
Biz ne bilek beğim, böyükler bilir.

Âdettir gerekmez mâluma ilâm
Taklide günaydın, asıla selâm
Ne ki hınzırlık var hâsılıkelâm
Biz ne bilek beğim, böyükler bilir.

1991 - Abdurrahim KARAKOÇ

5 Kasım 2010 Cuma

Olsaydı

Olsaydı…

Birinci sınıftaydık. Asya’nın Fiziki Coğrafyası adında bir dersimiz vardı. Henüz temel terminolojiden bi haber olan birinci sınıf coğrafya öğrencileri için ağır bir dersti.

Derse başlamadan önce, o zamanlarda asistan olan Ali Özçağlar (şimdi Prof. Dr.) Bertelsmann’ın o nefis pedagojik haritalarından bir Asya Fiziki haritası getirir ve tahtaya asıp giderdi. Dersin hocası olan Prof. Dr. Talip Yücel, hemen hepimizin çekindiği bir hocamızdı.

Ders anlatırken kürsünün en önüne kadar gelir, kalın çerçeveli yakın gözlüğünü eline alır, gözlerini kısar veya kapatır adeta kendinden geçer ve hafifçe öne arkaya doğru sallanarak, sesini çok da yükseltmeden, ağdalı cümlelerle, dersini anlatır, bazen de bir yerleri bu haritadan gösterirdi. “yükselmelerin Çin platformlarıyla Angara kalkanı arasındaki bölgede, Hindistan Angara kalkanı arasındaki vüsati bulamaması, bu alanda kültelerin daha yaşlı, daha az mütecanis ve Çin platformlarının daha küçük olmalarına hamledilebilir”.

Biz doğal olarak çoğunlukla hiçbir şey anlamazdık ama sesimizi de çıkaramazdık, biraz korkudan, biraz da saygıdan. Zaten her sene dersi alanların büyük bölümü kaldığı için yapılabilecek pek bir şey de yoktu aslında, baştan sınıfta kalmayı kabullenerek derse gidilirdi.

Yine bir gün böyle kendinden geçmiş halde dersi anlatırken sözünü ettiği yeri göstermeye niyetiyle sol elinde tuttuğu gözlüğü ile soluna doğru döndü, ama kolu havada kaldı, zira harita asılı değildi.

Bir an duraksadı sonra da hiçbir şey olmamış gibi devam etti anlatmaya, ama arada şu cümleyi söyleyerek: “harita olsaydı burada olacaktı”

Şimdilerde biraz rahatsız olduğunu öğrendiğim hocamıza sağlık ve uzun ömür diliyorum…