2 Şubat 2010 Salı

Dört Huzur

İnsan hayatında mutluluk için gerekli olan dört huzur şunlar galiba...

Aş huzuru
İş huzuru
Eş huzuru
İç huzuru


Ne mutlu bunlara sahip olanlara

Bir Arsızlık Örneği

Bir Arsızlık Örneği

–Hı? Dediğinizi duyar gibi oldum.
Evet, aslında haklısınız.
Başlıktaki ikinci kelimenin ilk harfinin yerinde bu iki harf olmalıydı.
Ama arsızlık da güzel bir kelime ve yerini buluyor.
Ar sözlüklere göre utanma, utanç duyma duygusuna sahip olma demek. Arsız ise doğal olarak bunun zıddı bir anlam taşıyor: Utanması, sıkılması olmayan, yılışık, yüzsüz (kimse) ve Açgözlü davranan (kimse) olarak tanımlanıyor, arsızlık da bunun eyleme dönüşmüş hali, arsız olma durumu demek (TDK 2005, Türkçe Sözlük, s. 109, 123 ve 124).

Allah inananları muhafaza etsin.
Arsızlaştırmasın.
Elazığ’da çokça kullanılan dua şekliyle
–Allah yazmamış olsun.

Bu kadar dibace yeter…

Başlangıç yıllar öncesine kadar gidiyor.
Yüksek lisans öğrencisi iken rahmetli hocam Prof. Dr. Mecdi Emiroğlu seminer konusu verirken o dönemde birlikte öğrencilik yaptığımız Süha Kocakuşak ile bana birbirini tamamlayacağını düşündüğü konuları vermişti.
Ona "Türkiye’de Ölüm Oranları" bana da "Türkiye’de Doğum Oranları".
Heves ve heyecanla, o günkü adıyla Devlet İstatistik Enstitüsü’ne gittiğimizi hatırlıyorum.
DİE’nin kitaplığında yaptığımız kısa bir araştırmadan sonra ben hem bulunabilecek malzemeyi yetersiz bulmuştum, hem de doğrusu konu bana pek cazip gelmemişti.

İyi ki de gelmemiş…

Bu durumu hocama açtığımda,
–Eeee o zaman ne yapacaksın söyle bakalım? dedi.
Ben de,
–Hocam sizce de uygun ise ben “Türkiye’de Arıcılık” konusunu ele almak istiyorum dedim.
–İyi hadi bakalım çalış neler çıkacak görelim dedi.

Ben hummalı bir araştırma sürecine girdim, süre sınırlı idi.
Kaynaklar çok farklı kurumlarda idi.
Verilerin bir kısmına ulaşmakta zorluk yaşıyordum.
Bir gün Orman Bakanlığı Kütüphanesi’ne uluslararası istatistiklerden yararlanmak için, başka bir gün DİE kütüphanesine ülkemize ve illere ilişkin verileri toplamak için, bir başka gün de Ziraat Fakültesi kütüphanesine ya da oradan konuyla ilgili bir hocayla görüşmeye gitmem gerekiyordu.
Ancak yine de istediğim bir konuda araştırma yapıyordum.
Yorucu bir süreçte yılmadan koşuşturuyordum.

O yıllarda kişisel bilgisayarlar da yeni yeni piyasaya çıkmaya ve yaygınlaşmaya başlamıştı.
Cordata markalı bir bilgisayarı fakültedeki arkadaşlar birleşerek ve taksitle almıştık, kaça aldığımızı hatırlamıyorum ama taksitle alındığına göre hayli pahalıydı demek ki.
Plak gibi büyük olan 5 çeyreklik disketler vardı, bilgisayarı kullanmak için DOS komutlarını bilmeniz gerekiyordu, dBase ve word star gibi programlar revaçtaydı.
Hepimiz diğer işlerin yanı sıra bir yandan da bu bilgisayarı öğrenmeye, işlerimizi onunla yapmaya çalışıyorduk.
Verileri derlemek bir sıkıntı, onları yeni öğrenmeye başladığım bilgisayarda düzenlemek bir başka sıkıntı idi…
Her neyse, sözü dağıtıp da daha fazla uzatmayayım, seminerimi vaktinde yetiştirdim, başarıyla verdim.
Ardından, konu üzerinde çalışmaya devam ettim, veriler çoğaldı, çeşitlendi, harcadığım emek arttı, sonunda bu malzemenin bir makale olarak düzenlenebileceğine kanaat ettim.
Düzenlediğim metni Ankara Üniversitesi’nin Birinci Türkiye Coğrafyası Sempozyumu’nda anlattım, -bir ara bu sempozyumun macerasını da yazayım- orada yöneltilen bazı eleştirilerle konuyu daha düzenli ve bilimsel bir hale getirdim.

Ortaya Doğal Çevre Sorunu Olarak Çığlar ve Türkiye’de Çığ Olayları adlı ilk makalem gibi bir ödevden doğan ikinci makalem çıkmış ve Ankara Üniversitesi Türkiye Coğrafyası Dergisi’nin ilk sayısında yayınlanmıştı: “Türkiye’de (1966-1986 Yılları Arasında) Arıcılığa Genel Bir Bakış”.

Şimdi izninizle, ilk bakışta buraya kadar olan kısımla bağlantısız gibi görünen bir başka paragraf yazmak istiyorum.
Yumuşatılmış kibar şeklindeki ifadesiyle “Aşırmacılık”, yani emek ürünü bir bilgiyi kaynak göstererek alıntı yaparak kullanmak yerine çalıntıyla kullanmak.
Geçenlerde bir internet sitesinde, uluslar arası dergi yayıncılığı yapan çok ünlü bir yayınevinin dergi editörlüğünün uslanmaz ve utanmaz bilim hırsızlarını konu alan bir yazısını okudum, emek hırsızlarından belirlediklerinin tümünün, ne tür çalıntılar yaptıklarını isim ve örnekler vererek ilan etmişler, çok hoşuma gitti.
Keşke batılıların iyi huylarını alsak, lakin bazen sapkınlar çıkıyor, bizde de böyle çalıntılara rastlanıyor ne yazık ki...
Bu yazıyı okuyunca yıllar önce başımdan geçen bir olayı anımsadım.
Onu kaleme alayım istedim.

Şimdi örneklere geçelim:


Bu metin benim sözünü ettiğim yayınımın bir sayfası, şimdi burada “Arıcılığı…” diye başlayan paragraf aşağıda, altı çizgili ilk cümlede ne hale getirilmiş onu görelim.

Devam edelim, aylarca emek harcanarak oluşturulan bir tabloyu görelim şimdi de:


Yukarıdaki 155 numaralı sayfa parçasında Malatya ve Elazığ için verilen rakamlarla bu tablolardaki rakamlar ne kadar da benziyor değil mi?
Ama bakın benim tablomda kaynak olarak ne gösteriliyor: DİE İstatistikleri,
(ç)alıntılanan metne göre de DİE istatistikleri.
Nitekim her iki yayının kaynaklar kısmı da şöyle:
Önce benim makalemin yararlanılan eserler kısmına bakalım.
Şimdi de (ç)alıntı yapılan yazının ilgili sayfasına:

Şimdii, bu sayfada Tunçel var mı? YOK, peki DİE var mı? EVET.

Açıklamaya devam edelim:
Buraya kadar anlatılanlar, verilen örnekler, aslında yazıyı yazanların amaçlarının bir yandan alıntı değil çalıntı olduğunu diğer taraftan da veri kaynakları hakkındaki yetersizliklerini ortaya koymaya yeter de artar bile.

Zira yazıyı yazanlar tarafından verilerinin elde edildiği yer olarak hem metinde ifade edilen ve hem de kaynaklar arasına konulan istatistikte böyle bir veri olmaz, olamaz, bu veriyi tümüyle başka bir yayında bulmak mümkündür.

Fakat bulmak için önce bilmek lazım, sonra bakmak ve sonra da görmek.

Yazıyı yazanlar için bunlara gerek olmamalı ki şu yolu izlemişler:
Bakmışlar, benim makalemden (ç)alıntılayarak kullandıkları verilerin bir kısmı 1986 yılına ait, eee o yılda yayınlanmış ve kaynaklar arasında belirtilmiş, adı da uygun görünen bir yayın var.
Budur herhalde demişler ve kaynakçalarına bunu yazmışlar, böylece birkaç paragraf yukarıda, açıklamaya devam edelim diye başlayan paragraftaki görüşümü doğrulamışlar.
Cehaletin verdiği cesaretle ortaya çıkan pespayelik...

Yazarlardan birisine, henüz hayatta olan başkalarının da bulunduğu bir ortamda söyle demiştim: “-Harun Tunçel’in yazdıkları değersiz ise alıntı yapmamalıydınız, alıntılanacak bir bilgi varsa bunu da kaynaklarınızda göstermeliydiniz” ardından da yazılarında, yukarıda örneklerini verdiğim sözünü ettikleri verileri yine yazılarında ifade ettikleri istatistiği yanımda götürerek nasıl elde ettiklerini göstermesini istemiştim.
Doğrusu kırmızı bir surattan çıkan çok tatminkâr bir cevap almıştım.
–Eeeee, hımmmm, kem, küm.

Bunların yürüyüşlerindeki kostaklanmaya bakarsanız, çırak ülkemiz dağlarının 1500 metreye kadar olanlarını, ustası da 3000 metreye kadar olanlarını yaratmış olmalı diye düşünürsünüz…

Diğer taraftan ilginç olanı nedir biliyor musunuz bunu yapanların günde en az 4-5 defa jimnastik yapıp alınlarını defalarca yere dokundurmaları…