10 Haziran 2010 Perşembe

Avustralya'ya Gidiyorum

Nihayet

Avustralya’ya gidiyorum.

Yerleşmek üzere.

Her şeyi arkamda bırakarak hem de.

Çocukluğumda yaz aylarında rahmetli annemim köyüne gittiğimizde yazıda yani ovada Develi-Yahyalı yolunun kenarında kullanılmayan bir taş bina görürdüm, kimin olduğunu sormuştum, bilenler sahiplerinin uzaktan akrabamız olduklarını ve Avustralya’ya gittiklerini ve oraya yerleştiklerini söylemişlerdi: Avustralya? Nere acep, ne menem bir yerdi?

Öğrendim, dünyanın öbür ucu, kocaman bir kara parçası, kıta devlet. Aborijinler var zulmedilmiş yerliler, onları medenileştiriyoruz diye mahvetmişler çoğu kumar, uyuşturucu ve alkol batağına saplanmış, binlerce ve onbinlerce yitip giden hayat ve onların meşhur bumerangları, didjeridooları, ormanlar ve çöller, madenler ve göller-nehirler, dünyanın en uzun demiryollarından birisi de burada, kıtayı batıdan doğuya bağlayan.

Canavarıyla ünlü Tazmanya’da orada…

Yeni Zelanda diğer yanı başında iklimi ülkemize benzeyen, koyun yetiştiriciliğiyle ünlü, bizim ülkemizin Ankara’nın tavşanını yetiştirip yününü bizim de Angora yününden diyerek dünyanın parasını verip aldığımız ürünleri dünyaya pazarlayan ülke.

Onun hemen yanı başında da Antipod adası, zahir görmeli buraları diye düşünmüştüm.

1979 yılından itibaren İKA adlı ve o dönemlerde iletişim fakültelerinin ders kitaplarına girmiş, örnek olarak anlatılan bir işyerinde çalışmaya başlamıştım. Haber ajansı idi. Her gün en az üç tane günlük haber bülteni yayınlanırdı. Bunun dışında haftalık ve onbeş günlük aralıklarla yayınlanan dergi ve gazete ile doğası gereği düzensiz aralıklarla hazırlanan mevzuat bültenleri vardı, föy-volan şeklinde yayınlanan. O zamanlar bilgisayar daha iş hayatına girmemişti. Teleks makinaları vardı en teknolojik cihaz olarak, faks bile yoktu henüz, günümüzle kıyaslanınca sanki taş devri der gibi teleks devriydi yani…

Burada sürekli olarak Resmi Gazete alınır, yeni yayınlanan kanun ve yönetmelikler, kamu ihaleleri takip edilir, bunlardan gerekli olanları bültenlerde yer alırdı. Bu gazetelerden birisinde ülkemiz ile Avustralya arasında kültürel işbirliği anlaşması metnini okumuştum.

Güzel!

Avustralya’ya gitmek lazımdı, eller gider mersine biz gideriz tersine, herkes Avrupa Amerika derken ben Avustralya diyordum.

Ama, ne zaman ve ne şekilde?

Nihayet, şimdi o fırsatı yakaladım. Orada bir işyeriyle, eğitim kurumuyla anlaştım.

Bu yaz gidiyorum, uçakla önce Singapur’a oradan da ver elini Avustralya…

Geriye dönmek yok, ömrümün kalanını orada geçireceğim.

Pasaport, anlaşma, iş sözleşmesi ıvır zıvır her şey tamam.

Sadece bunlar mı ev bark da tamam, Perth yakınlarında bir çiftlik evi.

Tazmanya, Yeni Zelanda ve Antipod adasına falan hayli uzak ama olsun, en azından Aborijin koruma alanlarına yakın…

Perth ülkenin-kıtanın güneybatı ucunda büyücek bir kent.

İlgili ve bilgili coğrafyacılar “Perth Prensibi” vesilesiyle bilirler burayı. Şayet böyle bilemezlerse ya da hatırlayamazlarsa diyerek bir başka ipucu daha vereyim bu prensibin eşdeğeri “Vladivostok (Владивосток) Etkisi” olarak da tanınır.

Yol uzun, yanımızda çok fazla bir şey götüremeyeceğiz, bunun için titizlikle bir liste hazırlıyoruz. Bir şeyleri unutmayalım ve lüzumsuz bir şeyler de götürmeyelim diye. En çok götürmek istediklerimiz fotoğraflar ve hatıra objeler. Bazen bir minik biblo, bazen bir rozet ya da anahtarlık veya kalem ekleniyor listeye, ama hepsinin bize anlattığı çok şey var.

Eşimle zaman zaman liste üzerinde bazı değişiklikler yapıyoruz. O da heyecanlı, kolay değil her şeyi bırakarak başka bir ülkeye yerleşmek üzere gitmek, buralara yakın da değil üstelik dünyanın öbür ucu. Bir daha kim bilir ne zaman gelebiliriz buralara?

Listelediklerimizden kesin karar verdiklerimizi de uygun boyutlarda kolilere, bavullara filan koyuyoruz, onlar arkadan gemi ile gelecek, artık bir ay mı olur, üç ay mı olur ne zaman elimize ulaşırlar Allah bilir.

Birkaç tane de kitap götürmem lazım, adıma imzalananları mutlaka götürmeliyim diye düşünüyorum, onlardan ayrılmak zor. Diğerlerini üniversite kütüphanesine bağışlayacağım nasıl olsa.

O imzalı kitaplardan birisini karıştırır, içinden bir iki satırını okurken, bana seslenildiğini duyuyorum, irkilip kendime geliyorum.

Eşim haydi gel yemek hazır diyor.

İş dönüşü uzandığım kanepede uyuya kalmışım, sadece uyumak mı, tatlı bir de rüyaya dalmışım…